Arkhelaus’un bu açıklamaları bize sofistik düşünce hakkında önemli ipuçları vermekte ve sofistlerin kuşkucu bakış açılarının olduğunu göstermektedir. Sofistlerin bu kuşkuculukları, geçerliliği büyük ölçüde tanrısal kökenine duyulan bir inanca dayanan yasanın şimdiye dek sorgulanmamış kutsal dayanağını da etkilemiştir. Artık yasalar tanrısal kaynaklı değil, bütünüyle insanların ve insan topluluklarının bir arada yaşamak için geliştirdikleri ve değişebilen kurallar olduğu düşüncesi egemen olmaya başlamıştı. Bu algılayış da doğaldı, çünkü sofistler yaşadıkları çağın çocuklarıydılar ve bu çağda yabancı ülkelerle giderek artan ilişkiler, onlara farklı iklimlerde yaşayan insanların yasaları ve gelenekleri arasında birtakım temel farklılıkların var olduğunu göstermişti. Bu durumda anayasaların gökten geldiğine inanmak oldukça zordu. Yasaların ve ahlaksal dizgelerin tanrısal kökenli olmayıp, yetkinlikten yoksun ve insan elinden çıkma olduklarını savlayan bu başlangıç öncülünden, artık birbirlerinden büyük farklılıklar gösteren değişik pratik sonuçlar çıkarsamak olanaklıydı.
Artık her tür insan eyleminin yalnızca deneye dayandığı ve yarar elde etmek ya da hedefe ulaşmak için başvurulması gereken yollar ya da çareler tarafından belirlendiği görüşü etkin hale gelmeye başlamıştı. Doğru ve yanlış, bilgelik, adalet ve iyilik, birer addan başka bir şey olarak görülmemeye başlandı ve nasıl istiyorsa öyle eylemenin güçlünün doğal hakkı olduğu düşüncesi yaygınlaştı. Doğal olarak, saltık değer ve ölçütlerin varlığı artık yadsınır hale geldi. Bu yaklaşımın felsefenin gelişiminde yarattığı olumlu ve olumsuz noktalara daha fazla değinmeden, M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında ulaşılan bu noktada felsefenin mahiyetini anlamaya çalışmalıyız. Bu dönemde artık varlık ya da doğa üzerine çıkar gütmeyen felsefî spekülasyonun yerine, insan geçirilmiş; felsefî ilgi evrenden insana dönmüş, kozmoloji ve ontoloji ile ilgili önemli entelektüel sorulardan insan yaşamı ve davranışıyla ilgili ivedilikle cevaplanması gereken sorulara doğru kaymıştır. Odağında etik ve siyasete ilişkin problemlerin yer aldığı bu dönem, bir anlamda felsefenin gökyüzünden yeryüzüne çekilmesi, başka bir deyişle sosyal hayata dahil edilmesidir. Bu felsefenin belirleyici motifi, insanın bilme ve anlama isteğini karşılamak, merakını gidermek amacı dışında kalan birtakım pratik amaçlar olmuştur. Sofistlerden önceki büyük Grek düşünürlerinin ilk ve son hedefleri saf “hakikati” kavramak, yani gökyüzünde, doğada olup bitenlerin gerçek nedensel bağlamlarını araştırmakken, sofistlerin nesnesini toplumsal varlık olarak insan ve insanın eğitimi oluşturmaktadır. Bu yüzden sofistler hem pedagojinin kurucusu, hem de bilinçli manevi eğitim olarak “paideia” kavramının yaratıcısıdırlar. Sofistler bu bağlamda biçimsel ve ansiklopedik bir manevi eğitim sistemi yaratmışlardır.
Bu eğitim sisteminde bir yandan dilbilgisi, retorik ve diyalektik, öte yandan aritmetik, geometri, astronomi ve müzik yer almaktadır. Bütün Sofistler insan yaşamının nihaî amacının, geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, dünyevî başarı olduğuna inanmışlardır. Bu bağlamda, sofistlere göre, toplum temelini bir sözleşmeden, bireylerin ortak iradelerinden alır. Başka bir deyişle, insanların kendilerini vahşi yaratıklardan korumak, tek başlarına karşılayamadıkları ihtiyaçlarını karşılayıp, daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmak için, topluluklar hâlinde bir araya gelmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla yasalar tanrısal kökenli değil, insan elinden çıkma ürünlerdir. Buna göre, yasalar ya sayıca çok olan zayıflan kontrol altında tutmak için güçlüler ya da güçlüleri kontrol altında tutmak için zayıflar tarafından yapılır.
Yasalardan başka ahlâkî ölçütler ve ahlâk da, doğal ya da tanrısal kökenli olmayıp, insan eseridir. Sofistlere göre, insanların, toplum oluşuncaya kadar, ne ahlâkları ne ahlâkî ölçütleri ne de yasaları olmuştu; bununla birlikte, orman yasaları egemen olursa eğer, toplum içinde yaşamanın olanaksız olacağı kısa süre içinde anlaşılmış ve dolayısıyla insanlar, güçlülerin, yalnızca güçsüzlerin varlığında ve onlarla birlikte güçlü olmalarından dolayı, güçsüzlere saldırmama, tecavüz etmeme ve onları soymama sözü verdikleri yasaların zorunlu olduğunun bilincine varmışlardır. Ahlâk da insan eylemlerinden doğmuş olup, insanlar tarafından kutsanır ve onaylanır. Yoksa insan varlıklarındaki temel itici güç, ben sevgisi, bencilliktir. İnsanlar doğuştan iyi ve erdemli değillerdir. İnsanlar erdemli oluyorlarsa eğer, bu toplumsal ve entelektüel koşullanmanın ürünüdür.